E-ISSN: 1308-5263
Turk J Hematol: 31 (1)
Volume: 31  Issue: 1 - 2014
Hide Abstracts | << Back
HISTORY OF TURKISH JOURNAL OF HEMATOLOGY
1.Turkish Journal of Hematology: From “Istanbul Contribution to Clinical Science” to “Pubmed Central”
Hamdi Akan, Bengü Timoçin, İpek Durusu, Aytemiz Gürgey
doi: 10.4274/Tjh.31.01  Pages 1 - 4
Abstract | Full Text PDF

REVIEW
2.β-Thalassemia Intermedia: A Bird’s-Eye View
Anthony Haddad, Paul Tyan, Amr Radwan, Naji Mallat, Ali Taher
doi: 10.4274/Tjh.2014.0032  Pages 5 - 16
Beta talasemi beta globin zincirlerinin sentezindeki defekt sonucu gelişen alfa/beta dengesizliği, inefektif eritropoez ve kronik aneminin sonucudur. Talasemi spektrumu geniş olup, bir uçta hiçbir klinik bulgusu olmayan bireyler varken, diğer uçta bulunan talasemi majorlu hastalar hayatın birinci yılında derin anemi ve hayatta kalabilmek için düzenli transfüzyon gereksinimi ile karakterize şekilde ağır seyirli olabilir. Bu iki ucun arasında ise talasemi major hastaları kadar ağır olmayan, ancak çok da hafif bir seyir göstermeyen hastaları tanımlamada talasemi intermedia terminolojisi kullanılmaktadır. Son on yılda β-talasemi intermedianın moleküler genetiği ve patofizyolojisi hakkındaki bilgilerimiz hızla artmıştır. β-talasemi intermedianın, β-talasemi majorden farklı, kendine özgü klinik başvuru özellikleri ve komplikasyonları olduğu netlik kazanmıştır. Bu derlemede β-talasemi intermedianın temel tanımlamalarından hastaların yaşam kalitesi gibi paramedikal konulara kadar meseleler ele alınmıştır. Genetiği, patofizyolojisi ve bu hastalığa özgü komplikasyonlarına değinilmiştir. Bu komplikasyonlar arasında kardiovasküler, hepatik, endokrin, renal, beyin ve kemiklerle ilgili olanlar vurgulanmıştır. Ekstramedüller hematopoez de bu makalede tartışılmıştır. Risk faktörleri özellikle vurgulanmış ve β-talasemi intermedialı hastalarda morbiditeleri minimuma indirebilmek için kritik eşik değerler belirtilmiştir. Değişik tedavi yaklaşımlarının iyi ve kötü taraflarına ışık tutulmaya çalışılmış ve bazı spesifik farmakolojik ajanların hastalığın progresyonu ve morbiditeleri üzerine etkisi tartışılmıştır. Son olarak bu hastalardaki sağlık ilişkili yaşam kalitesi, çok daha ağır seyirli β-talasemi majorlu hastalardaki ile karşılaştırılmıştır.
Beta-thalassemia is due to a defect in the synthesis of the beta-globin chains, leading to alpha/beta imbalance, ineffective erythropoiesis, and chronic anemia. The spectrum of thalassemias is wide, with one end comprising thalassemia minor, which consists of a mild hypochromic microcytic anemia with no obvious clinical manifestations, while on the other end is thalassemia major, characterized by patients who present in their first years of life with profound anemia and regular transfusion requirements for survival. Along the spectrum lies thalassemia intermedia, a term developed to describe patients with manifestations that are neither mild enough nor severe enough to be classified in the spectrum’s extremes. Over the past decade, our understanding of β-thalassemia intermedia has increased tremendously with regards to molecular information as well as pathophysiology. It is now clear that β-thalassemia intermedia has a clinical presentation as well as complications associated with the disease that are different from those of β-thalassemia major. This review is designed to tackle issues related to β-thalassemia intermedia from the basic definition of the disease to paramedical issues, namely the quality of life in these patients. Genetics and pathophysiology are revisited, as well as the complications specific to this disease. These complications include effects on several organ systems, including the cardiovascular, hepatic, endocrine, renal, brain, and skeletal systems. Extramedullary hematopoiesis is also discussed in this article. Risk factors are highlighted and cutoffs are identified to minimize morbidities in β-thalassemia intermedia. Several treatment modalities are considered by shining a light on the pros and cons of each modality, as well as the role of special pharmacological agents in the progress of the disease and its morbidities. Finally, health-related quality of life is discussed in these patients with a direct comparison to the more severe β-thalassemia major.

RESEARCH ARTICLE
3.A Polymorphism in the IL-5 Gene is Associated with Inhibitor Development in Severe Hemophilia A Patients
İnanç Değer Fidancı, Bülent Zülfikar, Kaan Kavaklı, M. Cem Ar, Yurdanur Kılınç, Zafer Başlar, Server Hande Çağlayan
doi: 10.4274/Tjh.2012.0197  Pages 17 - 24
AMAÇ: Hemofili A hastalarının replasman tedavisinde FVIII’i nötralize eden FVIII antikorların (inhibitör) oluşması ciddi bir komplikasyondur. F8 mutasyonları ile birlikte başka genetik risk faktörleri de inhibitor gelişimini etkilemektedir. Bunlar arasında B-lenfositlerinin regülasyonunda yer alan IL-4, IL-5, IL-10, TGF-β1 ve IFN-γ gibi interlökin ve sitokinler diğer genetik risk faktörleri olabilecek hedeflerdir. Bu çalışmanın amacı inhibitor geliştiren ağır hemofili hastalarında çeşitli yöntemlerle F8 mutasyon profilini ortaya çıkarmak ve bunu takiben, FVIII yapılmaması ile sonuçlanan F8 mutasyonlu inhibitör geliştiren HA hastalarında 9 seçilmiş interlökin ve sitokin gen polimorfizmleri ile inhibitor gelişimi arasındaki ilişkiyi irdelemektir.
YÖNTEMLER: Toplam 173 hasta intron 22 inversiyon mutasyonu ve null mutasyonlar (nonsense ve delesyon mutasyonları) için genetik anlamda taranmıstır. Daha sonra hasta (103) ve sağlıklı birey grupları (100) IL-4, IL-5, IL-10, TGF- β1 ve IFN-γ genlerinde bulunan 9 SNP bölgesi için araştırılmıştır.
BULGULAR: İnhibitörlü hastalarda en sık rastlanan FVIII işlevini önemli ölçüde etkileyen mutasyonlar, sırasıyla, intron 22 inversiyonu, anlamsız mutasyon ve büyük delesyonlardır. Bu sebeple, bir hasta-kontrol ilişkisi çalışması şeklinde inhibitor (+) ve inhibitor (-) hasta altgrupları oluşturmak için ağır HA hastalarında intron 22 inversiyonu taranmıştır. IL-5 geni promotör bölgesinde yer alan rs2069812’nin T-aleli ile inhibitörlü hastalar arasında p-değeri 0,0251 olan önemli bir ilişki bulunmuştur. TT genotipinin de 0,0082 p-değeri, OR=7 ve %90 ustu CI ile inhibitör (+) grubu ile ilişkili olması T-alelinin çekinik yatkınlık aleli ve C-alelinin baskın koruyucu alel olduğunu düşündürmektedir.
SONUÇ: Sonuç: Bu bulgular B lenfosit gelişiminde yer alan gen polimorfizmlerinin FVIII yapımı olmayan inhibitörlü ağır HA hastalarında oynadığı rol hakkında önemli bilgi vermekte ve bu alanda ileri çalışmalara önderlik etmektedir.
OBJECTIVE: A severe complication in the replacement therapy of hemophilia A (HA) patients is the development of alloantibodies (inhibitors) against factor VIII, which neutralizes the substituted factor. The primary genetic risk factors influencing the development of inhibitors are F8 gene mutations. Interleukins and cytokines that are involved in the regulation of B-lymphocyte development are other possible targets as genetic risk factors. This study assesses the possible involvement of 9 selected single nucleotide gene polymorphisms (SNPs) with interleukins (IL-4, IL-5, and IL-10), transforming growth factor beta 1 (TGF-β1), and interferon gamma (IFN-γ) in inhibitor development in severely affected HA patients carrying a null mutation in the F8 gene.
METHODS: A total of 173 HA patients were screened for intron 22 inversion and null mutations (nonsense and deletions). Genotyping of a total of 9 SNPs in genes IL-4, IL-5, IL-10, TGF-β1, and IFN-γ in 103 patients and 100 healthy individuals was carried out.
RESULTS: An association analysis between 42 inhibitor (+) and 61 inhibitor (-) patients showed a significant association with the T allele of rs2069812 in the IL-5 gene promoter and patients with inhibitors (p=0.0251). The TT genotype was also significantly associated with this group with a p-value of 0.0082, odds ratio of about 7, and confidence interval of over 90%, suggesting that it is the recessive susceptibility allele and that the C allele is the dominant protective allele.
CONCLUSION: The lack of other variants in the IL-5 gene of patients and controls suggests that rs2069812 may be a regulatory SNP and may have a role in B-lymphocyte development, constituting a genetic risk factor in antibody development.

4.Evaluation of Red Cell Membrane Cytoskeletal Disorders Using a Flow Cytometric Method in South Iran
Habib Alah Golafshan, Reza Ranjbaran, Tahereh Kalantari, Leili Moezzi, Mehran Karimi, Abbas Behzad- Behbahani, Farzaneh Aboualizadeh, Sedigheh Sharifzadeh
doi: 10.4274/Tjh.2012.0146  Pages 25 - 31
AMAÇ: Kalıtsal eritrosit zarı bozukluklarının ve özellikle kalıtsal sferositoz ve Güneydoğu Asya ovalositozunun tanısı klinik öykü, eritrosit morfolojisi ve ozmotik frajilite gibi konvansiyonel testlere dayanmaktadır. Ancak bu hastalıkların tanı koymada zorlanılan daha hafif formları bulunmaktadır. Eozin-5-malemid’in (EMA) kullanımı diğer anemiler yanında eritrosit zarı bozukluklarının taramasında değerlendirilmiştir. Biz HS gibi bazı zar bozukluklarının değerlendirilmesinde, öncelikle band 3 proteinini ve daha az oranda diğer zar proteinlerini bağlayan, EMA boyasını kullandık.
YÖNTEMLER: Hematolojik açıdan normal kontrollerin ve HS, SAO, kalıtsal eliptositoz, kıskaç hücreli kalıtsal sferositoz, ağır demir eksikliği anemisi, talasemi minor ve otoimmun hemolitik anemi hastalarının taze eritrositleri EMA ile boyandı ve akım sitometri kullanılarak ortalama floresan yoğunluğu (MFI) değerlendirildi.
BULGULAR: HS ve demir eksikliği olan hastaların eritrositleri normal kontrollere kıyasla MFI açısından anlamlı düşüklük gösterirken (sırasıyla p<0,0001 and p<0,001), makrositik eritrositlerde MFI anlamlı olarak yüksekti (p<0,01). HS ve talasemi minor haricinde ortalama eritrosit hacmi ile MFI’nin anlamlı düzeyde ilişkili olduğu gösterildi.
SONUÇ: Sonuçlarımız HS hastalarının taraması ve doğrulaması için, konvansiyonel rutin testlerden daha yüksek duyarlık (%95) ve özgünlüğe (%93) sahip olan akım sitometrinin zar proteinlerine yönelik ek, özgün moleküler testler öncesinde güvenilir bir tanısal yöntem olabileceğini göstermektedir.
OBJECTIVE: The diagnosis of hereditary red blood cell (RBC) membrane disorders, and in particular hereditary spherocytosis (HS) and Southeast Asian ovalocytosis (SAO), is based on clinical history, RBC morphology, and other conventional tests such as osmotic fragility. However, there are some milder cases of these disorders that are difficult to diagnose. The application of eosin-5’-maleimide (EMA) was evaluated for screening of RBC membrane defects along with some other anemias. We used EMA dye, which binds mostly to band 3 protein and to a lesser extent some other membrane proteins, for screening of some membrane defects such as HS.
METHODS: Fresh RBCs from hematologically normal controls and patients with HS, SAO, hereditary elliptocytosis, hereditary spherocytosis with pincered cells, severe iron deficiency, thalassemia minor, and autoimmune hemolytic anemia were stained with EMA dye and analyzed for mean fluorescent intensity (MFI) using a flow cytometer.
RESULTS: RBCs from patients with HS and iron deficiency showed a significant reduction in MFI compared to those from normal controls (p<0.0001 and p<0.001, respectively), while macrocytic RBCs showed a significant increase in MFI (p<0.01). A significant correlation was shown between mean corpuscular volume and MFI, with the exceptions of HS and thalassemia minor.
CONCLUSION: Our results showed that the flow cytometric method could be a reliable diagnostic method for screening and confirmation, with higher sensitivity and specificity (95% and 93%, respectively) than conventional routine tests for HS patients prior to further specific membrane protein molecular tests.

5.Childhood Immune Thrombocytopenia: Long-term Follow-up Data Evaluated by the Criteria of the International Working Group on Immune Thrombocytopenic Purpura
Melike Sezgin Evim, Birol Baytan, Adalet Meral Güneş
doi: 10.4274/Tjh.2012.0049  Pages 32 - 39
AMAÇ: İmmün trombositopeni (ITP), izole trombositopeni ile karakterize çocukluk çağında yaygın görülen bir kanama hastalığıdır. Uluslar arası ITP çalışma grubu (IWG), zorlukların üstesinden gelmek için ITP’de terminolojinin, tanımların ve sürecin standardizasyonu hakkında bir uzlaşı raporu yayınlamıştır.
YÖNTEMLER: ITP’li hastalarımıza ait kayıtlar Ocak 2000’den Kasım 2009’a kadar, geriye yönelik olarak, IWG’nin yeni kriterleri kullanılarak değerlendirilmek üzere toplandı.
BULGULAR: İki yüz bir çocuğun verileri çalışmaya dahil edildi. Ortanca takip süresi 22 ay (12-131 ay) idi. Başvuru anında ortanca yaş ve trombosit sayısı, sırası ile 69 ay (7-208 ay) ve 19x109/L (1-93x109/L) idi. Hastalığın kronikleşmesi açısından iki risk faktörü saptadık: Kız cinsiyet (OR=2,55, CI=1,31-4,95) ve yaşın 10’dan büyük olması (OR=3,0, CI=1,5-5,98). Hayatı tehdit edici kanama, hastaların 5%’inde (n=9) görüldü. Splenektomi yapılması,7 hastada (3%) gerekti. İlk bir yılda splenektomi yapılan 2 hasta göz ardı edildiğinde, tam remisyon (CR) 70% (n=139/199) hastada görüldü. Hastalık, kronik ITP’li olguların 9’unda (%15; 9/60) daha tanıdan itibaren12 ile 90 ay içerisinde düzeldi.
SONUÇ: Kız cinsiyet ve yaşın 10’dan büyük olması, kronikleşmeyi belirgin olarak etkiledi. Ancak bu çocuklarda uzun sureli takip gereklidir.
OBJECTIVE: Immune thrombocytopenia (ITP) is a common bleeding disorder in childhood, characterized by isolated thrombocytopenia. The International Working Group (IWG) on ITP recently published a consensus report about the standardization of terminology, definitions, and outcome criteria in ITP to overcome the difficulties in these areas.
METHODS: The records of patients were retrospectively collected from January 2000 to December 2009 to evaluate the data of children with ITP by using the new definitions of the IWG.
RESULTS: The data of 201 children were included in the study. The median follow-up period was 22 months (range: 12-131 months). The median age and platelet count at presentation were 69 months (range: 7-208 months) and 19x109/L (range: 1x109/L to 93x109/L), respectively. We found 2 risk factors for chronic course of ITP: female sex (OR=2.55, CI=1.31-4.95) and age being more than 10 years (OR=3.0, CI=1.5-5.98). Life-threatening bleeding occurred in 5% (n=9) of the patients. Splenectomy was required in 7 (3%) cases. When we excluded 2 splenectomized cases, complete remission at 1 year was achieved in 70% (n=139/199). The disease was resolved in 9 more children between 12 and 90 months.
CONCLUSION: Female sex and age above 10 years old significantly influenced chronicity. Therefore, long-term follow-up is necessary in these children.

6.NPM1 Gene Type A Mutation in Bulgarian Adults with Acute Myeloid Leukemia: A Single-Institution Study
Gueorgui Balatzenko, Branimir Spassov, Nikolay Stoyanov, Penka Ganeva, Tihomit Dikov, Spiro Konstantinov, Vasil Hrischev, Malina Romanova, Stavri Toshkov, Margarita Guenova
doi: 10.4274/Tjh.2013.0023  Pages 40 - 48
AMAÇ: Nukleofosmin (NPM1) genine ait mutasyonlar değişik çalışmalarda farklı insidanslar bildirilmekle birlikte, akut miyeloid lösemi (AML)-ilişkili genetik bozuklukların en sık görülenidir ve bunlar arasında tip A (NPM1-A) en sık rastlanan tipidir. Ancak literatürdeki serilerin çoğu mutasyon tipinden bağımsız olarak tüm hastaların özelliklerini sunmakta olup, NPM1-A(+) olgular bundan önce ayrıntılı olarak tanımlanmamıştır. Bu yüzden, Bulgar AML hastalarında NPM1-A prevalansı değerlendirilmiş, klinik ve laboratuvar özellikler ile ilişkileri araştırılmıştır.
YÖNTEMLER: Çalışmaya yüz dört hasta (51 erkek, 53 kadın) dahil edilmiştir. NPM1-A durumu allel-özgül polimeraz zincir reaksiyonu ile NPM1-A ve b-aktinin birlikte amplifikasyonu ve gerçek-zamanlı TaqMan-bazlı polimeraz zincir reaksiyonu ile belirlenmiştir. Hastalar konvansiyonel indüksiyon kemoterapisi almış ve 13,2±16,4 ay takip edilmişlerdir.
BULGULAR: NPM1-A 26 hastada (%24,8) tespit edildi. NPM1-A mutasyonu, RUNX1-RUNX1T1 taşıyan bir hastayı da içeren tüm AML kategorilerinde gösterilmiştir. Yaş, cinsiyet, hemoglobin, trombosit sayısı, kemik iliğindeki blast yüzdesi, splenomegali, tam remisyon oranları ve genel sağkalım ile NPM1-A durumu ile ilişkili farklılık saptanmadı. NPM1-A(+) hastalar, NPM1-A(-) hastalar ile karşılaştırıldıklarında daha yüksek lökosit sayısına [(75,4±81,9)x109/L vs. (42,5±65,9)x109/L; p=0,049], daha sık normal karyotipe [14/18 (%77,8) vs. 26/62 (%41,9); p=0,014], daha sık FLT3-ITD’ye [11/26 (%42,3) vs. 8/77 (%10,4); p=0,001] sahipti ve daha seyrek CD34 (+) [6/21 (%28,8) vs. 28/45 (%62,2); p=0,017] idi. FLT3-ITD(-) grup içinde, NPM1-A(-) hastaların ortanca genel sağkalımı 14 aydı, ancak NPM1-A(+) hastalar ortancaya ulaşmadı (p=0,10).
SONUÇ: Erişkin Bulgar hastalarda NPM1-A mutasyonunun prevalansı diğer çalışmalarda bildirilenlerle benzer bulundu. NPM1-A(+) hastalar, tip A mutasyonların spesifik özelliklerinin NPM1(+) AML hastaların genel klinik ve laboratuvar profiline katkıda bulunabileceği fikrini destekler nitelikte yüksek lökosit sayısı, daha sık normal karyotip ve FLT3-ITD ile daha seyrek CD34(+) sıklığı ile karakterizeydi.
OBJECTIVE: Mutations of the nucleophosmin (NPM1) gene are considered as the most frequent acute myeloid leukemia (AML)- associated genetic lesion, reported with various incidences in different studies, and type A (NPM1-A) is the most frequent type. However, since most series in the literature report on the features of all patients regardless of the type of mutation, NPM1-A(+) cases have not been well characterized yet. Therefore, we evaluated the prevalence of NPM1-A in Bulgarian AML patients and searched for an association with clinical and laboratory features.
METHODS: One hundred and four adults (51 men, 53 women) were included in the study. NPM1-A status was determined using allele-specific reverse-transcription polymerase chain reaction with co-amplification of NPM1-A and β-actin and real-time quantitative TaqMan-based polymerase chain reaction. Patients received conventional induction chemotherapy and were followed for 13.2±16.4 months.
RESULTS: NPM1-A was detected in 26 (24.8%) patients. NPM1-A mutation was detected in all AML categories, including in one patient with RUNX1-RUNX1T1. There were no differences associated with the NPM1-A status with respect to age, sex, hemoglobin, platelet counts, percentage of bone marrow blasts, splenomegaly, complete remission rates, and overall survival. NPM1-A(+) patients, compared to NPM1-A(-) patients, were characterized by higher leukocyte counts [(75.4±81.9)x109/L vs. (42.5±65.9)x109/L; p=0.049], higher frequency of normal karyotype [14/18 (77.8%) vs. 26/62 (41.9%); p=0.014], higher frequency of FLT3-ITD [11/26 (42.3%) vs. 8/77 (10.4%); p=0.001], and lower incidence of CD34(+) [6/21 (28.8%) vs. 28/45 (62.2%); p=0.017]. Within the FLT3-ITD(-) group, the median overall survival of NPM1-A(-) patients was 14 months, while NPM1-A(+) patients did not reach the median (p=0.10).
CONCLUSION: The prevalence of NPM1-A mutation in adult Bulgarian AML patients was similar to that reported in other studies. NPM1-A(+) patients were characterized by higher leukocyte counts, higher frequency of normal karyotypes and FLT3- ITD, and lower incidence of CD34(+), supporting the idea that the specific features of type A mutations might contribute to the general clinical and laboratory profile of NPM1(+) AML patients.

7.Leukocyte Populations and C-Reactive Protein as Predictors of Bacterial Infections in Febrile Outpatient Children
Zühre Kaya, Aynur Küçükcongar, Doğuş Vurallı, Hamdi Cihan Emeksiz, Türkiz Gürsel
doi: 10.4274/Tjh.2013.0057  Pages 49 - 55
AMAÇ: Enfeksiyonlar pediatri polikliniklerinde gereksiz antibiyotik kullanımının en önemli nedeni olmaya devam etmektedir. Tam kan sayımı (CBC) enfeksiyonların tanısında kullanılan önemli bir testtir. C-reaktif protein (CRP) ise ciddi bakteriyel enfeksiyonu olan küçük çocukların değerlendirilmesinde yararlıdır. Bu çalışmanın amacı polikliniğe başvuran ateşli çocuklarda bakteriyel enfeksiyonu ayırdetmede CRP düzeyi ve lökosit popülasyonunun önemini değerlendirmektir.
YÖNTEMLER: Polikliniğe başvuran 120 ateşli çocukta Cell-DYN 4000 ile analiz edilen CBC değerleri ile CRP düzeyi, 74 bakteriyel, 46 viral ve 22 kontrol grubunda değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama CRP, nötrofil ve immature granulosit (IG) değerleri bakteriyel enfeksiyonlarda, viral enfeksiyon ve kontrol grubuna göre anlamlı yüksekti (p<0,05). Bakteriyel enfeksiyonlarda CRP ve nötrofil değerleri arasında anlamlı ilişki bulundu (r: 0,76, p<0,05). Özgüllük IG için %93 ile en yüksek, nötrofil için %56 ile orta ve CRP için %18 düşük düzeyde bulunmasına rağmen IG, nötrofil ve CRP kombinasyonu için %100 bulundu.
SONUÇ: Çocuklarda klinik belirti ve bulgular akut bakteriyel enfeksiyonu işaret etse bile, normal lökosit popülasyonu ve CRP değeri olan hastalarda akut bakteriyel enfeksiyon olasılığı düşüktür.
OBJECTIVE: Infections remain the major cause of unnecessary antibiotic use in pediatric outpatient settings. Complete blood count (CBC) is the essential test in the diagnosis of infections. C-reactive protein (CRP) is also useful for assessment of young children with serious bacterial infections. The purpose of the study was to evaluate leukocyte populations and CRP level to predict bacterial infections in febrile outpatient children.
METHODS: The values of CBC by Cell-DYN 4000 autoanalyzer and serum CRP levels were evaluated in 120 febrile patients with documented infections (n: 74 bacterial, n: 46 viral) and 22 healthy controls.
RESULTS: The mean CRP, neutrophil and immature granulocyte (IG) values were significantly higher in bacterial infections than in viral infections and controls (p<0.05). C-reactive protein was significantly correlated with neutrophil level in bacterial infections (r: 0.76, p<0.05). Specificity of IG was greatest at 93%, only a modest 56% for neutrophil and mild 18% for CRP, whereas 100% for combination of IG, neutrophil and CRP.
CONCLUSION: Acute bacterial infection seems to be very unlikely in children with normal leukocyte populations and CRP values, even if clinically signs and symptoms indicate acute bacterial infections.

8.FIP1L1-PDGFRA-Positive Chronic Eosinophilic Leukemia: A Low-Burden Disease with Dramatic Response to Imatinib - A Report of 5 Cases from South India
Anıl Kumar N., Vishwanath Sathyanarayanan, Visweswariah Lakshmi Devi, Namratha N. Rajkumar, Umesh Das, Sarjana Dutt, Lakshmaiah K Chinnagiriyappa
doi: 10.4274/Tjh.2013.0086  Pages 56 - 60
AMAÇ: FIP1L1-PDGFRA rearranjmanı ilişkili eozinofili, kronik eozinofilik löseminin bir alt grubunu temsil eder ve etkilenen hastalar imatinib tedavisine duyarlıdır. Bu çalışma, şiddetli eozinofili ile başvuran 26 erişkin hastadan oluşan bir grupta FIP1L1-PDGFRA rearranjmanının klinikopatolojik ve genetik yaygınlığını, ve özelliklerini öğrenmek için yapıldı.
YÖNTEMLER: FIP1L1-PDGFRA rearranjmanının tespiti için revers-transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu ve jel elektroforezi kullanıldı.
BULGULAR: Splenomegaliye sahip beş erkek hasta FIP1L1-PDGFRA gen yeniden düzenlenmesini taşıyordu. İmatinib başlangıcından 4 hafta içinde tüm hastalarda tam hematolojik yanıt elde etti. Bir hastada önceden var olan derin ven trombozu ve 1 hastada steroid ve imatinib ile düzelen kardiyomiyopati vardı. Tüm bu hastalarda konvansiyonel sitogenetik normaldi. İmatinibe karşı birincil direnç kaydedilmedi.
SONUÇ: Bu çalışma hipereozinofilik sendromlu hastalarda FIP1L1-PDGFRA testinin yapılması gerektiğini gösterir. Imatinib ile bu durumun acil tedavisi tam hematolojik yanıta ve bu durumda görülebilecek organ hasarının engellenmesine yol açabilir.
OBJECTIVE: Eosinophilia associated with FIP1L1-PDGFRA rearrangement represents a subset of chronic eosinophilic leukemia and affected patients are sensitive to imatinib treatment. This study was undertaken to learn the prevalence and associated clinicopathologic and genetic features of FIP1L1-PDGFRA rearrangement in a cohort of 26 adult patients presenting with profound eosinophilia (>1.5x109/L).
METHODS: Reverse-transcriptase polymerase chain reaction and gel electrophoresis were used for the detection of FIP1L1-PDGFRA rearrangement.
RESULTS: Five male patients with splenomegaly carried the FIP1L1-PDGFRA gene rearrangement. All patients achieved complete hematological response within 4 weeks of starting imatinib. One patient had previous deep vein thrombosis and 1 patient had cardiomyopathy, which improved with steroids and imatinib. Conventional cytogenetics was normal in all these patients. No primary resistance to imatinib was noted.
CONCLUSION: This study indicates the need to do the FIP1L1-PDGFRA assay in patients with hypereosinophilic syndrome. Prompt treatment of this condition with imatinib can lead to complete hematological response and resolution of the organ damage that can be seen in this setting.

9.The Impact of Obesity and Insulin Resistance on Iron and Red Blood Cell Parameters: A Single Center, Cross-Sectional Study
Esma Altunoğlu, Cüneyt Müderrisoğlu, Füsun Erdenen, Ender Ülgen, M. Cem Ar
doi: 10.4274/Tjh.2012.0187  Pages 61 - 67
AMAÇ: Dünyada en sık görülen beslenme bozukluklarından olan obezite ve demir eksikliği önemli halk sağlığı sorunlarına yol açmaktadır. Kronik, düşük dereceli inflamasyon ile karakterize olan obezite insülin direnci ve tip 2 diyabetes mellitus gibi ciddi hastalıklara zemin hazırlar. Obezite ile ilişkili inflamasyonun C reaktif protein (CRP) ve bazı sitokinler gibi akut faz yanıtı oluşturan proteinlerin düzeyinde artışa neden olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada obezite ve insülin direncinin demir ve eritrosit ile ilişkili parametreler üzerindeki etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Bu tek merkezli, kesitsel çalışmaya obezite polikliniğine başvuran 206 hasta ve 45 normal kilolu sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Hastalardan alınan venöz kan örneklerinde hemoglobin (Hb), demir, demir bağlama kapasitesi (DBK), ferritin, CRP, açlık şekeri ve insülin düzeyleri çalışılmıştır. Ayrıca çalışmaya alınan her hastanın vücut kütle indeksi (VKİ), bel/kalça oranı (BKO) hesaplanmış, insülin direnci HOMA-IR formülü ile bulunmuştur.
BULGULAR: Hastalar VKİ’lerine göre 3 gruba ayrıldı. Buna göre ileri derecede obez olan 152 hasta (VKİ: 42,6±10,1), hafif obez 54 hasta (VKİ: 32,4±2,1) ve normal kilolu 45 kontrol (VKİ: 24,3±1,3) vardı. İleri derecede obezlerle karşılaştırıldığında normal kilolu hastalarda Hb düzeyleri daha yüksek (sırasıyla 12,8±1,3 g/dL ve 13,6±1,8 g/dL) saptandı. Serum demir düzeylerinin artan kilo ile birlikte azaldığı görüldü (normal, hafif ve ileri derecede kilolu hastalarda sırasıyla 14,9±6,9 μmol/L, 13,6±6,3 μmol/L ve 10,9±4,6 μmol/L) HOMA-IR değeri yüksek hastalarda düşük olanlara nazaran Hb düzeyleri hafif azalmış bulundu (13,1±1,5 g/dL’ye karşılık 13,2±1,2 g/dL; p=0,36). Serum demir düzeyleri düşük HOMA-IR’lı hastalarda anlamlı olarak daha yüksekti (13,6±5,9 μmol/L’ye karşılık 11,6±4,9 μmol/L; p=0,008). DBK her iki grupta da benzerdi (60,2±11,4 μmol/L’ye karşılık 61,9±10,7 μmol/L; p=0,23). Ferritin düzeyleri yüksek HOMA-IR’lı grupta anlamlı olmasa da daha yüksek bulundu (156,1±209,5 pmol/L’ye karşılık 145,3±131,5 pmol/L; p=0,62).
SONUÇ: Sonuç: Artmış VKİ ve insülin direnci, düşük hemoglobin ve serum demir düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur. Bu bulgular kısmen obezitede görülen düşük dereceli inflamasyon ile açıklanabilir ve obezite ile ilişkili ek hastalıkların oluşmasına katkı sağlıyor olabilir. İnsülin direnci bulunan hastalarda anemi gözlenmeksizin subklinik demir eksikliği görülebilir.
OBJECTIVE: Obesity and iron deficiency (ID) are the 2 most common nutritional disorders worldwide causing significant public health implications. Obesity is characterized by the presence of low-grade inflammation, which may lead to a number of diseases including insulin resistance (IR) and type 2 diabetes. Increased levels of acute-phase proteins such as C-reactive protein (CRP) have been reported in obesity-related inflammation. The aim of this study was to investigate the impact of obesity/IR on iron and red blood cell related parameters.
METHODS: A total of 206 patients and 45 control subjects of normal weight were included in this crosssectional study. Venous blood samples were taken from each patient to measure hemoglobin (Hb), serum iron (Fe), ironbinding capacity (IBC), ferritin, CRP, fasting blood glucose, and fasting insulin. Body mass index (BMI) and waist-to-hip ratio (WHR) were calculated for each patient. IR was determined using the HOMA-IR formula.
RESULTS: Subjects were divided into 3 groups according to BMI. There were 152 severely obese (BMI: 42.6±10.1), 54 mildly obese (BMI: 32.4±2.1), and 45 normal-weight (BMI: 24.3±1.3) patients. Hb levels in severely obese patients and normal controls were 12.8±1.3 g/dL and 13.6±1.8 g/dL, respectively. We found decreasing Fe levels with increasing weight (14.9±6.9 μmol/L, 13.6±6.3 μmol/L, and 10.9±4.6 μmol/L for normal controls and mildly and severely obese patients, respectively). Hb levels were slightly lower in patients with higher HOMA-IR values (13.1±1.5 g/dL vs. 13.2±1.2 g/dL; p=0.36). Serum iron levels were significantly higher in the group with low HOMA-IR values (13.6±5.9 μmol/L vs. 11.6±4.9 μmol/L; p=0.008). IBC was found to be similar in both groups (60.2±11.4 μmol/L vs. 61.9±10.7 μmol/L; p=0.23). Ferritin was slightly higher in patients with higher HOMA-IR values (156.1±209.5 pmol/L vs. 145.3±131.5 pmol/L; p=0.62).
CONCLUSION: Elevated BMI and IR are associated with lower Fe and hemoglobin levels. These findings may be explained by the chronic inflammation of obesity and may contribute to obesity-related co-morbidities. People with IR may present with ID without anemia.

10.The Role of Nitric Oxide in Doxorubicin-Induced Cardiotoxicity: Experimental Study
Ayşenur Bahadır, Nilgün Kurucu, Mine Kadıoğlu, Engin Yenilmez
doi: 10.4274/Tjh.2013.0013  Pages 68 - 74
AMAÇ: Bu çalışmada sıçanlarda doksorubisinin (DOX) tek başına ve nitrik oksit sentaz (NOS) inhibitörleri ile birlikte kullanımının kalp kası üzerinde yarattığı hasar araştırıldı
YÖNTEMLER: Çalışmada 12 haftalık 24 adet erkek “Sprague Dawley” sıçanı (ortalama ağırlık 262±18 gr) rastgele dört gruba (n=6) dağıtıldı. Grup I kontrol grubu olarak ayırıldı. Grup II’ye haftada bir kez intraperitoneal (ip) 3 mg/kg, beş hafta DOX uygulandı. Grup III’e DOX enjeksiyonundan 30 dakika önce ip 30 mg/kg L-NAME (nonselektif NOS inhibitörü) 5 hafta uygulandı. Grup IV’e DOX enjeksiyonundan 30 dakika önce ip 3 mg/kg L-NIL (indüklenebilir NOS inhibitörü) 5 hafta uygulandı. Çalışma süresince sıçanlar haftada iki kez tartıldı. Altıncı haftada kalbin sol ventrikülünden alınan parçalardan elektron ve ışık mikroskobik inceleme ve lipit peroksidasyonu tayini (malondialdehid) yapıldı. Plazma lipit peroksidasyonunun belirlenmesi amacı ile sıçanlardan kan alındı.
BULGULAR: Grup II, Grup III ve Grup IV’te kilo kaybı gözlendi. DOX uygulanan grupta istatistiksel olarak anlamlı kilo kaybı saptandı. Miyokard hasarı bulguları tek başına DOX alan hayvanlarda kontrol grubuna oranla daha yüksek oranda izlendi. DOX’le beraber L-NAME ve L-NIL verilen sıçanlarda kardiyotoksitenin histopatolojik bulguları kontrol grubundan farklı değildi. Plazma malondialdehid düzeyi DOX grubunda (9,3± 3,4), diğer tüm gruplara göre daha yüksek olarak ölçüldü.
SONUÇ: Bizim çalışmamızda DOX’la beraber NOS inhibitörleri uygulandığında DOX’a bağlı kardiyak toksisite bulgularında anlamlı azalma olduğu gösterilmiştir.
OBJECTIVE: We evaluated the myocardial damage in rats treated with doxorubicin (DOX) alone and in combination with nitric oxide synthase (NOS) inhibitors.
METHODS: Twenty-four male Sprague Dawley rats (12 weeks old, weighing 262±18 g) were randomly assigned into 4 groups (n=6). Group I was the control group. In Group II, rats were treated with intraperitoneal (ip) injections of 3 mg/kg DOX once a week for 5 weeks. In Group III, rats received weekly ip injections of 30 mg/kg L-NAME (nonspecific NOS inhibitor) 30 min before DOX injections for 5 weeks. In Group IV, rats received weekly ip injections of 3 mg/kg L-NIL (inducible NOS inhibitor) 30 min before DOX injections for 5 weeks. Rats were weighed 2 times a week. At the end of 6 weeks, hearts were excised and then fixed for light and electron microscopy evaluation and tissue lipid peroxidation (malondialdehyde). Blood samples were also obtained for measuring plasma lipid peroxidation.
RESULTS: Weight loss was observed in Group II, Group III, and Group IV. Weight loss was statistically significant in the DOX group. Findings of myocardial damage were significantly higher in animals treated with DOX only than in the control group. Histopathological findings of cardiotoxicity in rats treated with DOX in combination with L-NAME and L-NIL were not significantly different compared with the control group. The level of plasma malondialdehyde in the DOX group (9.3±3.4 μmol/L) was higher than those of all other groups.
CONCLUSION: Our results showed that DOX cardiotoxicity was significantly decreased when DOX was given with NO synthase inhibitors.

CASE REPORT
11.Central Nervous System Involvement of T-cell Prolymphocytic Leukemia Diagnosed with Stereotactic Brain Biopsy: Case Report
Selçuk Göçmen, Murat Kutlay, Alev Erikçi, Cem Atabey, Özkan Sayan, Aptullah Haholu
doi: 10.4274/Tjh.2012.0028  Pages 75 - 78
Prolenfositik lösemi (PLL), genellikle B hücre tipi monoklonal lenfositlerin birikimi ile karakterize lenfoid dokunun genel malign bir hastalığıdır. Santral sinir sistemi (SSS) tutulumu T-hücreli Prolenfositik löseminin (T-PLL) çok nadir görülen bir komplikasyonudur. Biz, beyinin semptomatik infiltrasyonu ile ortaya çıkan, stereotaktik beyin biopsisi ile tanı koyulmuş T-PLL’li bir olgu sunuyoruz. Geçmişte lösemi veya lenfoma nedeni ile tedavi edilmiş ve SSS tutulumu ile başvuran hastalar için, hızlı tanı ve acil tedavinin önemini açıkladık.
Prolymphocytic leukemia (PLL) is a generalized malignancy of the lymphoid tissue characterized by the accumulation of monoclonal lymphocytes, usually of B cell type. Involvement of the central nervous system (CNS) is an extremely rare complication of T-cell prolymphocytic leukemia (T-PLL). We describe a case of T-PLL presenting with symptomatic infiltration of the brain that was histopathologically proven by stereotactic brain biopsy. We emphasize the importance of rapid diagnosis and immediate treatment for patients presenting with CNS involvement and a history of leukemia or lymphoma.

12.Epstein-Barr Virus-Negative Post-Transplant Lymphoproliferative Diseases: Three Distinct Cases from a Single Center
Şule Mine Bakanay, Gülşah Kaygusuz, Pervin Topçuoğlu, Şule Şengül, Timur Tunçalı, Kenan Keven, Işınsu Kuzu, Akın Uysal, Mutlu Arat
doi: 10.4274/Tjh.2012.0010  Pages 79 - 83
Böbrek naklinden 6-8 yıl sonra Epstein-Barr virus (EBV) negatif posttransplant lenfoproliferatif hastalık geliştiren 3 olgu rapor edilmektedir. Hastaların tanıları gastrik MALT lenfoma, gastrik diffüz büyük B hücreli lenfoma ve atipik-burkitt lenfoma idi. Hem EBV early RNA için yapılan in-situ hibridizasyon yöntemi hem de EBV DNA için yapılan polimeraz zincir reaksiyonu ile doku örneklerinde EBV saptanamamıştır. Hastalara immünsupresyonun azaltılması ile birlikte rituksimab içeren kombine kemoterapi protokolleri verilmiştir. İmmünsupresyonun azaltılmasına rağmen böbrek fonksiyonlarında önemli bir kayıp gözlenmemiştir. Anormal karyotipe sahip atipik Burkitt lenfomalı hasta tedaviye rağmen hastalık ilerlemesi ile erken dönemde kaybedilmiştir. Diğer hastalar hala remisyonda takip edilmektedir. EBV negatif posttransplant lenfoproliferatif hastalıkların genellikle geç başlangıçlı ve kötü prognozlu olduğu bilinmektedir. Bu hastalarda immünsupresyonun azaltılması tek başına yeterli bir tedavi olmadığı gibi rituksimab içeren kombine kemoterapilerle daha agresif tedaviler gerekli olmaktadır.
Three cases of Epstein-Barr virus (EBV)-negative post-transplant lymphoproliferative disease that occurred 6 to 8 years after renal transplantation are reported. The patients respectively had gastric mucosa-associated lymphoid tissue lymphoma, gastric diffuse large B-cell lymphoma, and atypical Burkitt lymphoma. Absence of EBV in the tissue samples was demonstrated by both in situ hybridization for EBV early RNA and polymerase chain reaction for EBV DNA. Patients were treated with reduction in immunosuppression and combined chemotherapy plus an anti-CD20 monoclonal antibody, rituximab. Despite the reduction in immunosuppression, patients had stable renal functions without loss of graft functions. The patient with atypical Burkitt lymphoma had an abnormal karyotype, did not respond to treatment completely, and died due to disease progression. The other patients are still alive and in remission 5 and 3 years after diagnosis, respectively. EBV-negative post-transplant lymphoproliferative diseases are usually late-onset and are reported to have poor prognosis. Thus, reduction in immunosuppression is usually not sufficient for treatment and more aggressive approaches like rituximab with combined chemotherapy are required.

13.Serum Level of Lactate Dehydrogenase is a Useful Clinical Marker to Monitor Progressive Multiple Myeloma Diseases: A Case Report
Hava Üsküdar Teke, Mustafa Başak, Deniz Teke, Mehmet Kanbay
doi: 10.4274/Tjh.2013.0044  Pages 84 - 87
Serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyleri, multiple myeloma (MM) hastalık ativitesinin takibi için beta-2 mikroglobulin ve monoklonal immunglobulin kadar kullanışlı bir markırdır. Bu yazıda tanı aşamasında LDH değerleri normal iken, takibinde LDH seviyeleri normalin 27 katı kadar artan ve ekstramedüller plazmasitom gelişen, fulminan seyirli bir multiple myeloma olgusunu sunduk. Seksen yaşındaki bayan hasta, Evre3A IgA tipi multiple myeloma tanısı konularak MP (melphalan-prednizolon) tedavisi başlanan hasta, tanı dönemi ve kemoterapi süresince LDH düzeyleri düşük seyretmesine rağmen progresyon sonrası ve kliniğe eklenen ekstramedüller plazmasitomlar ile LDH düzeyleri 7557 U/L düzeyine kadar çıkmış ve hasta fatal seyretmiştir. MM’li hastaların takibi sırasında LDH değerlerinde olan anormal yüksekliklerde diğer nedenler ekarte edildikten sonra hastalık progresyonu düşünülmelidir. Kemik iliği ve laboratuvar değerlendirmeleri ile progresyon veya nüks gösterilmelidir. LDH seviyeleri yüksek olan hastalarda ise mutlaka ilave olmuş plazmasitomların varlığı düşünülmeli, klinik bulgular gelişmeden erken dönemde tüm vücut taraması yapılmalı ve erken tedavi başlanmalıdır.
To follow the progression of multiple myeloma (MM) disease, serum lactate dehydrogenase (LDH) levels are as useful markers as beta-2 microglobulin and monoclonal immunoglobulin. With this study, we have presented a case of a patient with a multiple myeloma which was fulminant course, whose LDH levels were normal at the onset of diagnosis increasing as 27 times more than normal as the disease progressed and who showed the development of extramedullary plasmacytomas. The patient, an 80-yearold female, was diagnosed with stage IIIA IgA type multiple myeloma and melphalan-prednisolon (MP) treatment was started. Although the LDH levels were low during the diagnosis and chemotherapy, the LDH levels increased up to 7557 U/L following the progression and occurrence of extramedullary plasmacytomas and the patient died. During the observation of the patient with MM, if the LDH levels are abnormally high, the progression of the disease should be considered after eliminating the other causes. Bone marrow aspiration and biopsy should be examined and the progression or relapse should be shown. On the other hand, the patients with LDH levels are high should be considered to have added plasmacytomas, the whole body should be examined at an early stage before the development of clinical symptoms and early treatment should be started.

14.Isolated Granulocytic Sarcoma of the Breast after Allogeneic Stem Cell Transplantation: A Rare Involvement Also Detected by 18FDG-PET/CT
Eren Gündüz, Meltem Olga Akay, Mustafa Karagülle, İlknur Sivrikoz Ak
doi: 10.4274/Tjh.2012.0106  Pages 88 - 91
Granülositik sarkom matürasyonlu ve matürasyonsuz miyeloid blastlardan oluşan ve kemik iliği dışındaki anatomik bölgelerde yerleşen bir tümördür. En sık etkilenen bölgeler cilt, lenf nodları, gastrointestinal sistem, kemik, yumuşak doku ve testistir. AML tanı ya da relaps anında granülositik sarkom olarak ortaya çıkabilir. Nadir olduğu düşünülmekle birlikte kök hücre nakli sonrası granülositik sarkom olarak relaps giderek artan biçimde bildirilmektedir. Fakat kemik iliği tutulumu olmaksızın ve AML M6 alt tipinde nadirdir. Yazımızda AML M6 tanısıyla takip edilen ve allogeneik kök hücre naklinden 16 ay sonra kemik iliği tutulumu olmaksızın sağ memede granülositik sarkom şeklinde relaps görülen 30 yaşındaki kadın hastayı sunduk. Hastaya sistemik kemoterapi verildi ancak sepsis nedeniyle kaybedildi. 18FDG-PET/CT görüntülerinde meme ultrasonunda saptanmayan lezyonlar izlendi. Şüphe edildiği takdirde ya da yeni tanı modaliteleri kullanıldığında granülositik sarkom insidansının artabileceği kanaatindeyiz.
Granulocytic sarcoma is a tumor consisting of myeloid blasts with or without maturation that occurs at an anatomical site other than bone marrow. Most frequently affected sites are skin, lymph nodes, gastrointestinal tract, bone, soft tissue and testes. AML may manifest as granulocytic sarcoma at diagnosis or relapse. Although it has been considered to be rare relapse as granulocytic sarcoma after stem cell transplantation is being increasingly reported. However it is rare without bone marrow involvement and in AML M6 subtype. Breast is also a rare involvement. We report a 30-year-old woman with AML M6 relapsed 16 months after allogeneic stem cell transplantation as a granulocytic sarcoma in right breast without bone marrow involvement. She was treated with systemic chemotherapy but died of sepsis. 18FDG-PET/CT images were also obtained and detected lesions other than detected by breast ultrasound. The incidence of granulocytic sarcoma may increase if suspected or new diagnostic modalities are performed.

LETTER TO EDITOR
15.Chronic Myeloid Leukemia as a Secondary Malignancy Following Treatment of Diffuse Large B-Cell Lymphoma
Itır Şirinoğlu Demiriz, Emre Tekgündüz, Sinem Civriz Bozdağ, Fevzi Altuntaş
doi: 10.4274/Tjh.2013.0180  Pages 92 - 94
Abstract | Full Text PDF

16.Acute Myocardial Infarction after First Dose of Rituximab Infusion
Ajay Gogia, Sachin Khurana, Raja Paramanik
doi: 10.4274/Tjh.2013.0247  Pages 95 - 96
Abstract | Full Text PDF

17.An Updated Review of Abnormal Hemoglobins in the Turkish Population
Nejat Akar
doi: 10.4274/TJH.2012.0202  Pages 97 - 98
Abstract | Full Text PDF

18.Lenalidomide-Induced Pure Red Cell Aplasia
Tuphan Kanti Dolai, Shyamali Dutta, Prakas Kumar Mandal, Sandeep Saha, Maitreyee Bhattacharyya
doi: 10.4274/Tjh.2013.0207  Pages 99 - 100
Abstract | Full Text PDF

19.Early Postnatal Hemorrhagic Shock Due to Intraabdominal Hemorrhage in a Newborn with Severe Hemophilia A
Sara Erol, Banu Aydın, Dilek Dilli, Barış Malbora, Serdar Beken, Hasibe Gökçe Çınar, Ayşegül Zenciroğlu, Nurullah Okumuş
doi: 10.4274/Tjh.2013.0279  Pages 101 - 102
Abstract | Full Text PDF

20.Severe Adenovirus Infection Associated with Hemophagocytic Lymphohistiocytosis
Ferda Özbay Hoşnut, Figen Özçay, Barış Malbora, Şamil Hızlı, Namık Özbek
doi: 10.4274/Tjh.2013.0218  Pages 103 - 105
Abstract | Full Text PDF

IMAGES IN HEMATOLOGY
21.Cystinosis: Diagnostic Role of Bone Marrow Examination
Shahla Ansari, Miri Aliabad Ghasem, Saeed Yousefian
doi: 10.4274/Tjh.012.0194  Page 106
Abstract | Full Text PDF

22.Deviation from Normal Values of Leukocyte and Erythroblast Parameters in Complete Blood Count is a Messenger for Platelet Abnormalities
Cengiz Beyan, Kürşat Kaptan
doi: 10.4274/Tjh.2012.0170  Pages 107 - 108
Abstract | Full Text PDF

23.Intrathecal Methotrexate-Induced Posterior Reversible Encephalopathy Syndrome (PRES)
Tülay Güler, Özden Yener Çakmak, Selami Koçak Toprak, Seda Kibaroğlu, Ufuk Can
doi: 10.4274/Tjh.2012.0191  Pages 109 - 110
Abstract | Full Text PDF